Bugün gözlerim çok uzaklara daldı…
Çocukluğumla bugün arasında, içimde sessizce yürüyen yıllara…
Her hatıra bir iz gibi.
Kimi silik, kimi taptaze.
Ama en çok da çocukluğuma takılıyor aklım.
Çünkü ben artık dedemle aynı yaştayım.
Zamanın içinden esen bir rüzgâr gibi süzülüyorum anılar arasında.
Gözümde Kızılhisar Dağları beliriyor…
Ve evimizin hemen üst tarafındaki yamaçta duran o büyük kayayı hatırlıyorum:
Çocukken “Masa Tepe” dediğim taş.
Oradan mahallemizi kuş bakışı seyrediyorum.
En çok da üzüm bağlarımızı…
Dedemi hatırlıyorum.
Kendine özgü bir yürüyüşü vardı.
Gözleri hep toprakta, yolda olurdu.
Kimsenin ayakları takılmasın diye, önünde gördüğü taş ya da başka bir cisim ne varsa alır, dikkatle yürür, önüne çıkanları usulca kenara alırdı.
Adımları yavaş ama kararlıydı.
Sanki her adımını çok özenle atardı.
Yürüyüşü, sanki bir ömürlük nasihat taşır gibiydi.
O, sıradan biri değildi.
Tam dokuz yıl askerlik yapmıştı.
Kurtuluş Savaşı’na katılmış, devletin verdiği İstiklal Madalyası’nı onurla taşımıştı.
Bugün o belge benim ellerimde; bir hatıra değil, bir emanet gibi saklıyorum.
Dedem önde, ben arkasında…
İlk durağımız büyük bağımız olurdu.
Bağımızın ortasındaki o şeker armudu ağacını hiç unutamam.
Kokusu hâlâ burnumda, tadı damağımda.
Asmalar yere yakındı, biz onlara “omca” derdik.
Sepetimiz yavaştan dolmaya başlardı:
Önce armutlar konurdu, sonra üzümler…
Narınç olarak bildiğim özel bir üzümü vardı koca bağımızın.
Toplam iki narınç omcası vardı.
Sık ve kırmızı taneli…
O üzüm cinsini başka bir yerde bir daha hiç göremedim.
Sonra küçük bağımıza geçerdik.
Araları fazla uzak değildi.
Yine akrabaların birkaç bağını geçince ulaşıveriyorduk.
İstanbul armudu ağaçları vardı orada.
Hem kokusu hem tadı hâlâ içimde bir iz gibi saklıdır.
Küçük bağımız genelde “sultan dimliti” dediğimiz, harika tadıyla tam bir sofralık üzümdü ki bazen pazarlarda görüyorum.
O günler aklıma geliyor.
Dönüşte sepet iyice dolmuş olurdu.
Geriye, eve dönüş başlardı.
Dedem, yol boyunca karşılaştığı insanlara birer salkım üzüm uzatır, ikram ederdi.
Göz ucuyla bana bakar, sonra yoluna devam ederdi.
Ben birkaç adım geriden onu izlerdim sessizce.
Ona hayran, ona bağlı…
Bağlarımız ile evimiz arasında en önemli durak:
Pınarcık Çeşmesi.
Önlü arkalı iki oluk…
Suyu soğuk, berrak ve gürül gürül.
Dedem birinden, ben diğerinden su içerdik.
O an, sanki zaman bile kendini dinlenmeye çekilirdi o güzellikte.
Eve vardığımızda, sepetin dibinde birkaç salkım üzümle birkaç armut anca kalırdı.
Birini babaanneme uzatırdı dedem, gözlerinde ince bir tebessümle.
Birini de bana verirdi:
Küçük bir salkım Sultaniye üzümü.
Sonra bana verdiği salkımdan o da bir iki tanesini alır, sessizce dudaklarına götürürdü.
Koca sepetten sadece bir iki üzüm tanesi…
Hepsi bu kadar!
İşte o an, zaman sanki dururdu.
Küçücük bir sahneydi ama yüreğimde koca bir dünya gibi hatıralarımda duruyor.
Ve şimdi…
Yıllar sonra aynı çeşmenin başındayım.
O anı yeniden yaşamak istercesine duruyorum orada.
Çevrenin sessizliğinin sesine kulak veriyor, o yılların kokusunu içime çekiyorum.
Zaman, hâlâ o çeşmede akmaya devam ediyor;
Geçmişle bugünü birbirine bağlayan, hiç durmadan akan o sularda…
PINARCIK ÇEŞMESİ (Şiir)
Benim çocukluğumda, tahtadan atım vardı;
Pınarcık Çeşmesi’ne küheylan olur, uçardı.
Değnekten kırbacımla hafiften vuruyordum,
Gönlümün istediği meydana konuyordum.
Pınarcık Çeşmesi’nin çok serindi suları,
Dolu dolu akardı, geniş ağızlı olukları.
Meydan okuyor zamana o asırlık çınarlar;
Üçü de öyle duruyor, sessizce geçmiş yıllar.
Mutlaka kutlanmıştır bu Pınarcık Çeşmesi,
Huzur veriyor insana, sularından içmesi.
Hâlâ oyun oynuyor bizim yaşta çocuklar,
Soğuktan buz kesilmiş, mosmor olmuş dudaklar.
Saklambaç oynuyoruz Mahmut’la, Esat ve ben;
İlk ayrılan Mahmut’tu, haber bile vermeden.
Ben dedemin gölgesiydim, hep peşinde koşardım,
O’nunla olduğumda, nasıl da mutlu yaşardım!
Yine tuttum elinden, çarşı pazar dolaştım,
“Güle güle git,” dedim; yeniden vedalaştım.
Yine öptüm, bırakmadım o mübarek elini;
Sevgisiyle doldurdum, boş koymadım kalbimi.
Pınarcık Çeşmesi’nden kana kana su içtim;
Tahtadan küheylanla, yıllar öncesine geçtim.
Sessizliği dinledim; ben, artık eski bendim…
Gidenler gelir diye sabırsızca bekledim.
Çocuksu duygularla o günleri yaşadım,
Akıp giden zamanı keyfimce geri aldım.
Salıncaklara bindim, kavuştum bulutlara;
Zahmetsizce ulaştım gökteki hudutlara.
Her gelip geçişimde bu çeşmedir durağım,
Kaybolan yıllarımı buralarda ararım.
Hey, çocuklar!
Selamlar, kendinize iyi bakın.
Buradan geleceğe güzel izler bırakın.
Hey, sen…
Hocaların küçük oğlu! Tanıdım işte, sensin.
Fazla koşma, yorulma; hasta olur, terlersin.
Pınarcık Çeşmesi’nde durup öyle bekledim,
Havuzun sularında ruhumu temizledim.
Bu Pınarcık, bilmem ki, kimi böyle bağladı?
Saatlerce oturup, kucağında ağladı…
Çınarların gölgesinde, durmadan akan çeşme;
Bir abidesin sen, benim gönül köşkümde.