Çıkar ilişkilerine dayalı birliktelikler, ortaklık bozuluncaya, menfaatler çatışıncaya kadar sürer. Devr-i saltanat bitip ortalık toz dumana karışınca etrafta kimsecikler kalmaz. Muhbirler, ihbarlar, aleyhte tanıklıklar başlar. Bu kahredici yalnızlıkta  ne muhabbet edilecek bir dost bulunur ne güvenilebilecek bir sırdaş...

İnsanlar düzlüğe çıkıp hedeflerine ulaştıklarında sizinle aştıkları yokuşları, birlikte çektiğiniz çileleri unutuverirler. İnsanların size  ihtiyaçları kalmadığında sadakatleri de biter. Peki neden?  Uzmanlar bu durumu şöyle açıklıyorlar. "Minnet duygusu taşınamayacak kadar ağır bir yüktür." 

Bir insana ihtiyacınız bittiği halde hâlâ değer vermeye, kıymetini bilmeye, vefa göstermeye devam ediyorsanız bu sizin ruhunuzdaki asaletin ve sahip olduğunuz karakterin ortaya dökülüşüdür. Bu ulvi haslet, kişiye sonradan öğretilemez; ruhunuzda ya vardır  ya yoktur. Tek cümleyle söylersek vefa asaletten gelir. 

Çoğu zaman insan layık olmadığı şeyi üzerinde taşıyamıyor. Mesela bilgi fazla gelirse aşırı kibirleniyor, haksız yere zenginleşirse görgüsüzleşiyor! Eğer insanın içinde zerre miktarınca samimiyet yoksa yaşadığı tüm ilişkilerinde yapay davranıyor, kandırmaya ve ihanete meylediyor, sonradan görme bir gösteriş budalasına dönüşüyor. Sonrası malum,  yürüyüşü  değişen insanın konuşması farklılaşıyor, tuhaf davranışlar sergiliyor, insanlara tepeden bakıyor, ne oldum delisi olup çıkıyor. Aslında insan neyin fakiriyse onun zenginiymiş gibi davranıyor. Yani özne ile fiil arasındaki o bozulan orantı, hiç bir zaman gizlenemiyor. Mutlaka bir yerlerden dışarı sızıyor, bir kaçak oluşuyor! 

Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında geçen bir hadiseyi tevatür olarak anlatırlar. 

Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim’e kıymetli mücevherler ile süslenmiş bir sandık gönderir. Sandık Yavuz Sultan Selim’in huzurunda açılır. İçinden kıymetli mücevherler, çeşit çeşit değerli taşlar, kadife kumaşlar çıkar. Fakat etrafa pis bir koku yayılır.  İlk başta  kıymetli mücevherler ve çeşit çeşit değerli taşlarla dolu sandıktaki bu  kötü kokuya kimse bir anlam veremez.

Mesele çok geçmeden anlaşılır, sandığın dibinde insan veya hayvan dışkısı vardır.  Şah İsmail aklı sıra Yavuz Sultan Selim'e hakaret eder. 

Osmanlı Sarayı, Şah'tan gelen hediyenin karşılığı olarak değerli mücevherler ve çeşit çeşit değerli taşlarla süslenmiş, içerisinde elmaslar, yakutlar, kadife kumaşlar bulunan güzel bir sandık hazırlar. Bir de sandığın içine o dönemin en nefis gül kokulu lokumlarından bir kutu yerleştirilir ve lokum kutusunun altına kısa bir pusula bırakılır. Hediye sandığı Osmanlı elçisi ile birlikte Şah İsmail’e gönderilir. 

Sandık içerisindeki hediyeler tek tek Şah İsmail’e verilir. Kıymetli hediyeler bittikten sonra Osmanlı Elçisi, Şah İsmail’in tedirgin olmaması için gül lokumunun tadına ilk önce kendi bakar. 

Daha sonra büyük bir saygı ve nezaket ile Şah İsmail’e lokumdan ikram eder. Osmanlı elçisi elindeki kutuyu görevlilerden birine verir ve etraftaki devlet adamlarına da ikram edilmesini ister. 

Başta Şah İsmail olmak üzere tüm devlet adamları olan bitene anlam veremezler. Osmanlı elçisi bu şaşkınlığı gidermek için, lokum kutusunun altındaki pusulayı Şah İsmail’e verir. Şah, pusulayı okur ve yüzündeki şaşkınlık yerini büyük bir utanca bırakır. Pusulada yazılan not şöyledir:  ”Herkes yediğinden ikram eder.” 

Zaman geçti, devran döndü, usul değişti. Bugün kimse kimseye bir şey ikram etmiyorsa o zaman herkes yediğini öder! 

Kalın sağlıcakla.