Son günlerde çevremde olup bitenlere baktığımda, hatırıma tek bir söz geliyor: “Ya bu yaptıklarınız Gayretullah'a dokunursa..."
Neler olup bittiğini isterseniz birlikte bakalım. Sınavda ter döken öğrenciler günlerce hatta yıllarca ders çalışıyor, sabahlara kadar uykusuz kalıyor, bin bir zorluğa katlanarak okullarından mezun oluyorlar. Çocuklarını büyükşehirlerde okutan ailelerin sırtına yüklenen ekonomik yük ise bu işin bir başka boyutudur. Mezuniyet sonrasında iş kapıları açıldığında, liyakatin değil adam kayırmanın devreye girdiğini gören genç, hayatının belki de ilk şokunu yaşar. İltimaslı olanlar işi kapıp koltuğa otururlar, tanıdık kimsesi olmayan sahipsizler ise umutlarını yitirip perişanlığı yaşamaya başlarlar.
Oysa seçim zamanında kürsülerde ateşli nutuklar çeken hatipler ne güzel vaatlerde bulunuyorlardı değil mi? "Haksızlıklara son vereceğiz! İşi ehline teslim edeceğiz! Şeffaf olacağız! Hesap verebilirliği getireceğiz! Adil olacağız! Hakkı tutup kaldıracağız! Kul hakkı yemeyeceğiz, kimseye de yedirmeyeceğiz!.."
Ya sonra?!.. Sonrası hepimizin malumu... Kendini aldatılmış hisseden kitleler, bugünlerde hep aynı soruyu soruyorlar: "Sizin adalet, eşitlik, hak, hukuk dediğiniz bu muydu? Siz bunca haksızlığın, hukuksuzluğun hesabını hangi mahkemede vereceksiniz? Siz Allah'tan korkmaz mısınız?!"
Bilge bir adam, öfkeli kalabalıklara şöyle dedi: "Bunlar, öbür tarafı düşünselerdi, bu dünyada bu kadar haksızlık mı yapabilirlerdi? Mahşerde hesaba çekileceklerini biliyorlar; fakat nefisleri ağır bastığı için hep dünyalık düşünüyor, hep dünyalık biriktiriyorlar."
Bilge adam doğru söylüyordu. Hani iş bilenin kılıç kuşananın olacaktı? Hani iş ehline verilecekti? Hani Fırat'ın kenarında bir kurt, bir kuzuyu kapsa Ömer ondan sorumlu olacaktı?
Maalesef küçük burjuvazi “ben yaptım oldu” tavrıyla toplumun üzerinde bir gölge gibi dolaşmaya başladı. Gösteriş ve tüketim çılgınlığı, lüks arabalar, şatafatlı davetler adeta birbiriyle yarışıyor. Ülke, şımartılmış ihtişamın hengamesinde debelenirken çok uzaklarda, ince yağız bir delikanlı okul harçlığının eksikliğinden kıvranmaktadır. Her gece rüyasında kabus gören beyaz tülbentli gecekondu kadınları "Şu mutfak masrafını bir çıkarabilseydim." diye düşünmektedir. Kendini kuytulara hapseden yoksul bir baba "Okullar da açıldı. Ben ne yapacağım Allah'ım?" diye için için ağlamaktadır.
Memleketin bir tarafındaki insanlar "yeni közlenmiş yangın yeri" gibi kavrulurken öbür tarafındaki küçük makam sahipleri kibirli yürüyüşleriyle kalabalıklara tepeden bakıyor, "küçük dağları biz yarattık" der gibi böbürleniyorlardı.
Dün kapı kapı dolaşıp iş arayanlar, el etek öpenler, muktedirlere biat edip el bağladıktan sonra oturdukları koltukları, edindikleri servetleri, makam ve mevkileri ebediyen kendilerine ait zannediyorlar. “Ne oldum delisi” olmak işte budur! Küstahlık, ukalalık, kendini beğenmişlik sadece dilde değil; davranışta, bakışta, yürüyüşte, oturuşta, kalkışta, zihniyette hatta sessizlikte bile kendini gösteriyor.
İşte bütün tablo bu... Mesele sadece kul hakkının yenmesi değil, yapılan bunca haksızlığın, hukuksuzluğun, torpilin, imtiyazın, şımarıklığın küçük burjuvazi tarafından sanki kazanılmış bir hak olarak görülmesidir! "Hırsız bizim hırsızımız, siz ona dokunamazsınız! Biz onları kendimiz terbiye ederiz." demek ne anlama geliyor?
Geçenlerde bir zat-ı muhterem, "Yazılarınızda bizi çok eleştiriyorsunuz!" diye serzenişte bulundu. Eleştirinin tozunu kaçırdığımı, bunun da kendisini rahatsız ettiğini söyledi. Bu zat-ı muhtereme "Siz hangi taraftasınız?" diye sordum. "Hırsızın, uğursuzun, soysuzun, haramzadenin yanında mısınız, yoksa mazlumun, haklının, ezilmişin, mağdurun yanında mısınız?"
Muhatabım:"Tabii ki haklının yanındayım!" diyerek sesini yükseltti.
- Madem ki haklının, mağdurun, garibanın yanındasınız; bu eleştiriler sizi neden bu kadar rahatsız ediyor?" diye sorduğumda cevap vermeden yanımdan uzaklaştı.
Sevgili dostlar,
Bugün bize düşen sorumluluk, sadece kul hakkını gözetmek, liyakati göklere çıkarmak, tevazuyu baştacı etmekten ibaret değildir. Bunların yanı sıra paranın, servetin, makam ve mevkinin, bürokratik ve ekonomik gücün şehvetine kapılmadan adaletin, eşitliğin, vicdanın ve ilahî nizamın gücüne inanmak ve bunları tavizsiz uygulamaktır.
Eğer kırık bir kalp, buruk bir yürek, canı yanmış bir mazlum, hakkı gasbedilmiş bir yetim, gözleri nemli bir öksüz; halini, feryadını, çığlığını, ahını gözyaşlarıyla makam-ı ilahiyeye ulaştırırsa ve bu mağduriyetler Gayretullah'a dokunursa işte o zamam ilahî gazabın muhatabı olmaktan Allah'a sığınırım. Ve o gazap gelip çattığında, onu durmaya kimsenin gücü yetmez!
Ziya Paşa ne güzel söylemiş:
Seyr etdi havâ üzre denir taht-ı Süleyman
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde...