Amerika'da genç bir gazeteci, güçlü bir ailenin ipliğini pazara çıkarıyor. Üst düzey savcı oldukları için kanundan muaf olan bir ailenin yolsuzluk ve cinayet dolu hikayesini açığa çıkarmış. Gerçek hikaye dizi olmuş. Gazeteci Mandy Matney: "Gazetecilik okulunda öğrendiğim bir şeyi hiç unutmadım. Herkes ateşten kaçarken, gazeteci ateşe koşar" diyor.

Oksijen gazetesinden aldım bu cümleleri. Abdi İpekçi, Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Hrant Dink, Metin Göktepe, Çetin Emeç'in aralarında bulunduğu 68 gazeteci öldürüldü. En son kurban Hakan Tosun oldu. İstanbul Esenyurt'ta gece saatlerinde evine yürüdüğü sırada, iki kişi tarafından dövülerek ağır yaralanan gazeteci Hakan Tosun, kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Hakan Tosun yol kenarında bilinci kapalı ve ağır yaralı halde bulundu. 13 Ekim'de yaşamını yitirdi. Hakan Tosun çevre katliamına karşı çıkanların yanında yer alarak, kamera ve fotoğraf çekimleri ile haberler yaptı. Bu durum rantçıları rahatsız etti. Kumpas kuruldu. Amaç tüm muhalif gazetecilere gözdağı vermek. Gazeteci Şule Aydın ve Murat Ağırel tehdit edildi. Savcılığa başvurdular. Tehdit edenler yakalanacak mı göreceğiz. Devlet gazetecileri korumak zorundadır.

Tabi yüreği olanlar, gerçek gazeteci olanlar. Gazeteciliğin kolay tarafı da var. Her dönemde gücü ellerinde bulunduranların yanında yer alırsın, onları mutlu edecek haberleri yapar, sıkıntı verecekleri görmezden gelirsin. O zaman gazetecilik ballı meslek.
Katledilen gazetecilerin bazılarının katilleri yakalandı. Ancak azmettirenler araştırılmadı. Onlara bir şey olmadı, bugünlere geldik. Hak, hukuk, adalet peşinde koşuyoruz. Bir gün mutlaka, diyelim. Dilerseniz Ataol Behramoğlu'nun aynı adlı şiirinden alıntı yapalım:

BİR GÜN MUTLAKA
Bu gün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra
orgunum, bahar geldi, silah kullanmayı
öğrenmeliyim bu yaz
Kitaplar birikiyor, saçlarım uzuyor, her yerde gümbür gümbür bir telaş
Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz!
Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları!
Ey kaz kafalılar! Ey sadrazam!
Sevgilim on sekizinde bir kız, yürüyoruz
bulvarda, sandviç yiyoruz, dünyadan
konuşuyoruz
Çiçekler açıyor durmadan, savaşlar oluyor, her şey nasıl bitebilir bir bombayla, nasıl
kazanabilir o kirli adamlar
Uzun uzun düşünüyor, sularla yıkıyorum
yüzümü, temiz bir gömlek giyiyorum
....
Ataol BERHAMOĞLU
****
Altına Hücum, Charles Chaplin'in 1925'te yazıp oynadığı bir sessiz,siyah- beyaz film. 1869-1899 yılları arasında, altına hücumun yaşandığı Klondike civarına giden bir grup altın arayıcısının maceralarını anlatır. Şarlo da bunlardan biridir. Alaska'nın sert coğrafyası altında, zengin olma hırsıyla gözü dönmüş vahşileşmiş veya yeni bir hayat umuduyla kendini buraya atmış insanları izleriz. Batıdan gelenler Amerika kıtasını talan ettiler ve eski uygarlıklar, bir avuç altın uğruna yok edildi.

Bu filmin hikayesi size bir şeyler söylüyor mu?
Batı'dan gelenler, bizim eski uygarlıklarımızı, ormanlarımızı talan etmiyorlar mı?
Bugünlerde yine altına hücum var mı var. Para kazanmak için gözleri dönmüş bir şekilde, kuyumculara saldırıyorlar. Altın en kıymetli maden. Kadınları süsleyen, ayaklarını yerden kesen takıların elementi. Ispanağı, portakalı kilo ile alırsınız, altını gramla. Ispanağı, portakalı satan, malını överek bağırır, müşteri çağırır. Peki siz, kapısının önünde bağıran bir kuyumcuya rastladınız mı?
****
Denizli dışında bir kente kitap fuarına gitmiştim. Erken saatler olduğundan kalabalık değildi henüz. Yan yana kitap imzalamayı bekleyen yazarlardan biri, "rahatsızım" deyince, yanındaki, "bir yerin mi ağrıyor" diye sordu. "Hayır vücudum rahat, ruhum rahatsız" dedi. "Niye rahatsız oluyorsun?" sorusuna: "Burası pazar yerine döndü, kabzımallar gibi müşteri çağrılıyor" deyince ortam iyice gerildi.. Meğer rahatsız olduğunu söyleyen yazarın kitaplarına bakan anne oğulu yanına çağırıp: "Bu kitap tam bu çocuğa göre" demiş öteki. Bir iki yatıştırıcı cümleden sonuç çıkmayacağını anlayınca, kayıkçı kavgası edenleri, kendi hallerine bıraktım.
Kitap fuarlarında sanırım siz de rastlıyorsunuzdur bu tiplere. Ben çok rahatsız oluyorum. Yazar, kuyumcu gibi olmalı bana göre. Önünden geçerken gel gel eden yazarları hiç sevmiyorum. "Bazen tanıdıklar arasından da çıkıyor. Kıramıyorsun. Bir bakmışsın fuarda alacağın ya da beğeneceğin kitaplara ayırdığın bütçe tükenmiş. Kitabını almak istediğin arkadaşlarına da uğrayamıyorsun bu yüzden" diye yakındı bir arkadaşım. Sanırım bu konuda rahatsızlık duyan yalnızca ben değilim
Ne olursa olsun kitap fuarlarını dört gözle bekliyorum. Bir günle yetinmeyip birkaç gün gidiyorum. Hani derler ya, üzüm üzümü bağda, keçi keçiyi dağda bulurmuş. Ben de dostları, sevdiğim yazarları, şairleri fuarlarda buluyorum. İstanbul'da, İzmir'de, Aydın'da daha birçok yerde fuarlara katıldım. Haydarpaşa Garı'nda açılan fuarda bir kuyruk gördüm. Ucu bucağı yoktu adeta. Merak ettim, "kim bu yazar?" diye. Hasan Ali Toptaş'mış. Selamlaşma ve hatır sormadan sonra ayrıldım. Elimde kitapla gitmiş olsaydım linç edilirdim, diye düşündüm.
Cemal Süreya standında Çatalçeşme Dergisi'ne yazan iki arkadaşla karşılaştım. "Seni Başkan'la tanıştıralım" dediler. Seyit Nezir adıyla yazan Başkan, Bursa Eğitim'den arkadaşım Muammer Akça çıktı. Elli yıl öncesini konuştuk. Seyit Nezir, Üvercinka Dergisi'ni çıkarıyor. Denizli'nin yabancısı değil. Mahir Akbaba'nın dayısı. Yazıyı güzel bir şiiriyle bitirerek, bir selam gönderelim Muammer Akça'ya.

SARMAŞIK DAMLI AHŞAP EVİN PENCERESİNDEKİ RESİM
Sessiz bir istasyondu, trenin
Öğleyi yorgun bir kertenkele telaşıyla soluduğu,
Sarmaşık damlı ahşap evin penceresindeki resim
Yalnız bize bakıyordu tam da o sıra
Gözleri bulut yumağı, kirpikleri buğu
Bir denizin ortasında, sessiz, engin:
Handiyse düşecekti çerçeveden raylara
İlişiverdi yüreğine usulca sesim.
Bir tutam örgülü saçtır, dökülüşür yapraklar
Sarmaşık damlı evin saçaklarından yere
Macundan çatlamış çerçevedeki yüz
Cildinde gece postasının bıraktığı kırışıklar
Bir uzun hüznü damlatırdı toprağa
Ömür boyu yalnızlığa hükümlüydü her gündüz
Gece yiterdi ölüm düşlerinin yükseldiği dağa
Umut verdim ona ben, acılarını everip de şiire.
Haziran 1981 - Seyyit NEZİR
Hoşça kalın dostça kalın, umudunuzu yitirmeyin.