Bazen hayat, neyin eksik neyin fazla olduğunu tartmadan, sadece olduğu gibi yaşandığında güzelleşir.
Hayattan beklentilerimiz farklıdır.
Kimimiz fazlasını isteriz, kimimiz olanla yetinmeyi biliriz.
Ama önemli olan, aradaki dengeyi kurabilmektir.
Eskiler bu durumu,
“Azıcık aşım, ağrısız başım.” diyerek özetlemiş.
Bu söz ne kadar sade…
Sade olduğu kadar da derin, yerli yerinde ve anlamlıdır.
İnsanoğlu bunu kavrayabilseydi; ne fazlanın peşine düşerdi, ne de eksik olanın yasını tutardı.
Hayattan ne bekliyoruz ki?
Biraz huzur, biraz sakinlik ve rahatlık…
Biraz da başımız dik olsun.
O kadar!
Bazı anlarda kendimizi sanki başka bir âlemde gibi hissederiz.
O anı yakalamak için özel bir çaba gerekmez.
Ne bir mücadele içine gireriz , ne de hayatın dışına düşmüşüzdür.
Sadece olayları oluruna bırakmak yeterlidir.
Bir kenara çekiliriz; izler, düşünür ve susarız.
Ama bu suskunluk, bildiğimiz türden değildir.
İnsanın içinde bir ferahlık başlar.
Telaş diner, omuzlar gevşer, yorgunluk üstümüzden usulca çekilir.
Üzerimizdeki fazlalıkların silindiğini, kendimizle baş başa kaldığımızı hissederiz.
Sanki bir huzur gölünde yüzüyormuşuz gibi…
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu şiiri, zaman zaman yaşadığım bu hâli ne güzel anlatıyor:
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında…
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükûtu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradıma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
Ben bu hâli çok iyi tanıyorum.
O an içimizde ne tam bir sevinç vardır ne de derin bir hüzün…
Belki bu, bir tür kabulleniştir.
Belki de hayatın akışına sessizce eşlik etmektir.
Gürültünün kaybolduğu, insanın kendi sesini duyabildiği o kıymetli andır anlatılan.
Bir kenara çekilip olup biteni izlemek, düşünmek, yeniden değerlendirmek…
Yeni bir nefes almak gibi bir şey!
Sonra farkına varırsınız:
Kaygılar azalmış, fazlalıklar geride kalmıştır…
Eksildikçe hafifliyorsunuz.
Bu hafifliğin adı huzurdur.
Bazen kendi kendime sorarım:
“Bu hâl, insanda bir eksiklik olabilir mi?”
Hayır.
Asıl eksiklik; hiç durmadan, hep bir şeylere yetişmeye çalışan yanımızdır.
Sessizlik bir duraktır.
İnsan o anda durur, düşünür, toparlanır…
Kendine döner.
Sonunda anlarız ki:
Huzur, çok olanda değil; bir dengenin içinde gizlidir.
Kendimize yetebiliyor muyuz?
Küçük şeylerle mutlu olabiliyor muyuz?
Hayatımızdaki en büyük zenginlik belki de budur.
Çünkü çoğu zaman en kıymetli olan, en sade olanda saklıdır.
Fazlalık yorucudur.
Sadelik ise insanı hafifletir, özgürleştirir.
Dönüp kendimize bir kez daha soralım:
“Azıcık aşım, ağrısız başım.” diyebiliyor muyuz?
Eğer bunu içtenlikle söyleyebiliyorsak;
Ellerimizdeki zincirler kırılmış,
Ayaklarımızdaki prangalar çözülmüş demektir.
Bunu, ya “olanla yetinmek”
ya da “oluruna bırakmaktır” diyebiliriz.
Hayatın dengesi burada başlar:
Her şey yerli yerindedir.
Sadece olması gerektiği kadar…
Bir köşeye çekilip kendini dinleyebilmek ne güzel…
Huzura, mutluluğa ve sessizliğe gönülden bir “merhaba” diyelim.
Her şey gönlünüzce olsun.
İYİ HAFTALAR!