Eleştiriye tahammülü olmayan toplumlarda farklı düşüncelere yer yoktur. - Sen bunu nasıl söylersin? diye itiraz ediyorlar. - İyi de bunları ben söylemedim ki, toz kondurmadığınız o zat-ı muhterem (!) söyledi. - O söyleyebilir; ama sen söyleme! O herkesi eleştirebilir; ama sen eleştirme!

Bu şartlanmış kafalara ne anlatabilirsiniz ki... Tam teslimiyetle bağlandıkları zat-ı muhteremin mutlak doğruyu söylediğine inanıyor, "O ne derse doğrudur" mantığı ile hareket ediyorlar. Oysa Allah ve peygamber dışında, yeryüzünde her şey ve herkes eleştirilebilir.

-Hayır, diyorlar; eleştiremezsin! Bizde lider eleştirilmez; lidere tam itaat edilir!

Ne hazindir ki bu anlayışı bir inanç gibi kabulleniyorlar. Mutlak bağlılık, kitleleri bir otoriteye sorgusuz sualsiz bağlanmayı zorunlu kılıyor. Bu itaat kültürü, karizmatik siyasî liderlerin sağlığında ufak tefek aksaklıklarla yürütülebiliyordu. Bir bakıma dönemin şartları, insanları bir liderin etrafında kolektif hareket etmeye zorladığı için parti mensuplarınca eleştiri bilerek geri plana itildi.

12 Eylül sonrasındaki işkenceler, mahkemeler, idamlar, sürgünler, yasaklar, Türkiye'deki siyasî birliktelikleri çözemedi. Ta ki liderlerin vefatına kadar... Yeni lider arayışları siyasi partilerde iç çekişmeleri, hizipleşme, gruplaşma, çatışma, "ben" kavgalarını ve siyasî bölünmeleri getirdi. Sonrasında herkes birbirini suçlamaya başladı. Dışlananlar, ihraç edilenler, ötekileştirilenler, ayrılıp gidenler hep "ihanet"le suçlandı. "Sizin yüzünüzden güç kaybettik. İktidar olmamızı (!) engelliyorsunuz." dediler.

Bu durum Doğruyol Partisi'nde, Anavatan'da, CHP, Refah Partisi ve MHP'de de yaşandı. Demirel sonrasında Doğruyol Partisi'nin Tansu Çiller'le yaşadıkları, Özal sonrasında Mesut Yılmaz'la Anavatan Partisi'nin başına gelenler bu iç çekişmelerin yansımalarıydı. Erdal İnönü'nün Sosyal Demokrat Halkçı Partisi ile Baykal'ın CHP'si de benzer şeyler yaşadı. 2000'li yıllara doğru kimi millî görüş gömleğini çıkardı kimi milliyetçi- muhafazakâr çizgide yeni bir parti kurarak yoluna devam etti. Benzer ayrılıklar Ak Parti içinde de yaşandı.

1999 yılından beri MHP genel başkanı olan Devlet Bahçeli, PKK'nın silah yakma süreci öncesinde inanılmaz şeyler söyleyince Türkiye'de kıyamet koptu.

- Öcalan gelsin Meclis'te konuşsun! dedi. Sonra hızını alamayıp "Bir Kürt, bir Alevi Cumhurbaşkanı yardımcısı olsun." teklifinde bulundu. Oysa bu teklif, Sevr Antlaşması'nın 145. Maddesindeki 3. paragrafında yer almaktadır. Buyurun, Sevr Antlaşması'nın ilgili maddesine birlikte bakalım:

- "Osmanlı Hükümeti, iş bu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden başlayarak iki yıllık bir süre içinde, Müttefik Devletlere, soy azınlıklarının orantılı temsili ilkesine dayalı bir seçim sistemi düzenlenmesi tasarısı sunacaktır."

Bahçeli'nin bu açıklamaları karşısında MHP tabanındaki hayal kırıklığı, öfke, suçlamalar ve birbiriyle çatışır hale gelen grupların çelişkili açıklamaları sürüp gidiyor. Hasan Gömleksiz bir yazısında bu durumu şöyle açıklıyor:

- "Düşünün ilk defa Ülkücü Ülkücüye karşı kaşını kaldırıyor.

- İlk defa Ülkücüler kendi sendika ve gazetelerini basıp karşılıklı sloganlar atıyor[lar].

- İlk defa Ülkücüler kendi Ülküdaşlarına kurşun sıkıyor[lar].

- İlk defa Ülkücüler Türk milletinin geleceği ve beka konusunda iki zıt düşüncenin tarafı oluyor[lar].

- İlk defa ülkücüler dost ve düşmanlarını karıştırıyor[lar]. Hasan Gömleksiz, "Bunların hiç birisi hayra âlamet şeyler değil." diyor.

Bu ülkede sadece Ülkücülerin değil siyasî yelpazenin sağında ve solunda yer alan bütün iç dinamiklerin uyum ve huzur içinde olması gerekir. Çünkü iç dinamikleri çatışma halinde olan bir ülkenin millî birlik ve beraberliğini sağlaması güçtür. Bu birlikteliği mutlak otoriteye sorgusuz sualsiz bağlılıkla değil, eleştirel düşünceyi baş tacı eden, farklı düşüncelere saygı gösteren, millî değerlere bağlı, inançlı, birbirlerine gönül birlikteliği ile kenetlenmiş, devlet ve milletini seven vatanseverlerle sağlayabilirsiniz!

Üç günlük dünya için birbirimizin gönlünü kırmaya değmez. Gönlünüz hoş, geleceğiniz daima umutlu olsun. Kalın sağlıcakla.