Yas tutma, kaybettiklerimizin arkasından yakılan ağıttır. Kaybettiklerimize karşı saygıyı, özlemi ve acıyı ifade etmenin adıdır. Birçok milletin kültüründe, yas tutma var. Anadolu’nun bazı yörelerinde ağıtlar yakan, profesyonel ağıtçıları görüyoruz. Japon kültüründe de ağıtçılar var. Ağıtçılık şirketleşmiş Japonya’da. Ağıtçı şirketlerden yeterli sayıda ücretli ağıtçılar kiralayıp; kaybettiklerinin arkasından ağıt yakma törenleri düzenlendiği biliniyor. Yas tutanlar genelde kadınlar olur. Erkeklerin yasları sessiz ve derindir.

Türk toplumu tarih boyunca çok büyük yaslar tuttu. Bu topraklar Balkan savaşı, Çanakkale ve ulusal kurtuluş savaşlarını yaşadı. Binlerce şehit verdi. Anadolu 10-15 senede bir, büyük depremler yaşadı. Binlerce insanımız öldü. Son depremin arkasından yakılan ağıtlar, devam ediyor. Bu toprakların insanı, her on senede bir askeri darbeleri yaşadı. Binlerce insan işkence gördü, cezalandırıldı. Anadolu’da uçak, toplu iş ve maden kazaları eksik olmuyor.

Bu toprağın insanı, Sivas, Kahramanmaraş olaylarını yaşadı. Yakılan ağıtlar, bugün gibi kulağımızda. Bazı insanlar sadece alevi diye katledildi. 12 Eylül faşist darbe sürecinde yüzlerce genç sağcı- solcu diye öldürüldü. Analar, eşler, bacılar arkalarından yas tuttular. Bazı yaslar bir grup, bir kesim tarafından tutuldu. Komşuları bile komşusunun yasına katılmadı. Toplum yas tutarken bile elma gibi ikiye üçe bölündü. Bir kesim bencilce kendi geleceğine ağlamaktan, başkalarının yasını görmedi, görmemezlikten geldi.

Bizler acılarımızı ulusal yasa dönüştüremedik. Birbirimizin acısını acı bilmedik. Birbirimizin yarasının kabuğu ile hep oynadık. Oysaki kabuğu düşmeyen yara iyileşmez. Toplumsal yaralar hiç iyileşmedi. Bazılarının acısı, bazılarının sevinci oldu. Tolstoy şöyle diyor: Acı duyabiliyorsan canlısın, başkalarının acılarını duyabiliyorsan insansın. Başkalarının acılarını duymayı bırak; bağnazlar, zalimler, Tiranlar başkalarının acılarına sevindi, göbek attı.

Gladio planlaması ile 16 Mart 1978 Perşembe günü, saat 11: 25’te İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesinde öğrenimden çıkan, ilerici-devrimci öğrencilerin üzerine parça tesirli, askeriyede kullanılan el bombası atıldı. Bomba yedi arkadaşımızı öldürdü, kırk beş arkadaşımızı yaraladı. Bazılarımız tesadüfen kurtulduk. O gün okula beraber gittiğimiz Denizlili arkadaşım Baki İkiz öldü, Mehmet Güner 32 yerinden şarapnel ile yaralandı. Eczacılık Fakültesinin önündeki mazgaldan oluk oluk kan akıyordu. Ben yaşamımdaki en büyük yası, o gün o mazgalın başında tuttum. Bombadan sonra devrimcilerden ağıt gibi, gök gürültüsü gibi, çığ sesi sel sesi gibi; büyük bir uğultu yükseldi.

Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz,

Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz,

Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını…

Nazım Hikmet’in şiiri, Beyazıt Meydanında, unutamadığımız bir ağıta dönüştü.

Şair, “dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını” demişse de, içimizdeki acı bir ömür boyu geçmedi. Bombadan sonra, uzun süre hiçbir şeye sevinemedim, gülemedim. Gülmek, sevinmek hak değil gibi, arkadaşlarıma saygısızlık gibi geldi. Yas bitmiyor. Bizim kuşağın unutmak istedikleri, hatırladıklarından çok fazladır. Arkada kalanlar çok acı çekti. Bulgar şair Aleksandır Gerov’un yazdığı en kısa şiirindeki gibi: Acı, içimi yakan acı, ah ciğerimi dağlayan acı.