Akşehir’in beyleri Nasreddin Hoca’yı yemeğe davet etmişler. Hoca davete günlük kıyafetiyle katılmış; ama ne “hoş geldin” ne de “sefa getirdin” diyen olmuş. Herkes allı pullu giyinenlerin önünde el pençe divan duruyormuş. Bunun üzerine Hoca bir koşu eve gidip sandıktaki işlemeli kürkünü giyerek yemeğe geri dönmüş. Az önce “hoş geldin” bile demeyenler, bu kez önünde yerlere kadar eğilmiş; Hoca’yı baş köşeye oturtup kuzunun en iyisini önüne koymuşlar. Herkes Hoca’nın yemeğe başlamasını beklerken Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallıyor, bir taraftan da “Ye kürküm ye!” diyormuş.
- İlahi Hoca! demişler, kürkün yemek yediğini kim görmüş?
Hoca taşı gediğine koymuş:
- Kürksüz bizi adam yerine koymadınız; itibarı o gördü, yemeği de o yesin.
☆☆☆
Bu hikâye, ne yazık ki günümüz toplumunda hâlâ geçerliliğini koruyor. Bugün de itibar makama, mevkiye, servete gösteriliyor. Bir halk türküsünde söylendiği gibi "şimdi rağbet güzel ile zengine..."
Bu bağlamda Türkiye’de ekonomik güç artık sadece bir zenginlik göstergesi değil; insanların birbirini tarttığı görünmez bir teraziye dönüşmüş durumda. Cebinizdeki para saygınlığınızın ölçüsü sayılıyor. Parası olmayanın sesi kısılıyor, sözü küçülüyor. Asıl çürüme de burada başlıyor: Cüzdandaki imtiyaz, yavaş yavaş vicdanın yerine geçiyor.
Bu durum, günlük sohbetlerde de kendini gösteriyor. Eskiden büyük bir nezaketle hal-hatır sorulurdu. Şimdi ise 'hangi arabayı aldın?' diye soruyorlar. İnsanlar birbirini yaşadığı semte, oturduğu kahvehaneye, kolundaki saate göre tartmaya başladı. Paranın gölgesi insanın üzerine düştükçe insan küçülüyor.
Ekonomi daralırken gösteriş merakının giderek büyümesi gerçekten tuhaf. Markalı kafelerin önünde uzun kuyruklar oluşuyor; üstelik kuyruktakilerin çoğu, kredi kartı limitlerini zorlayarak bu kafelerden bir şeyler satın alıyor. Borçla yapılan düğünler, kira ödeyemeyen ama son model telefon taşıyan gençler, tatil masraflarını kredi taksitleriyle kapatmaya çalışan aileler… Sahte bir refah algısının gölgesinde, sosyal medya ve gösteriş merakı gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası hâline gelmeye başladı.
Sokağa çıkıp üç kişiye sorun, hepsi aynı cümleyi kuracaktır: “Ne yapalım, düzen böyle.” Oysa düzen böyle değildi; böyle olmasına biz izin verdik. Küçük yalanları “idare ederek” normalleştirdik. Hile yapan kurnaz sayıldı, dürüst olan alaya alındı. Ahlâkı kaybetmedik; işimize gelmediği için bir kenara bıraktık.
Sosyal medyadaki para tuzakları, sahte markalar, merdiven altı üretimleri, “bir günde zengin ol” masalları alıp başını gidiyor. Dolandırıcılık artık bir sektör hâline geldi. İnsanlar, kolay yoldan zengin olma hayaline kapıldıkça ahlâk giderek geri plana itiliyor.
Bugün Türkiye’nin en büyük sorunu ekonomik değil; ekonominin insanın yerine geçirilmesidir. Çünkü insan cüzdanıyla, arabasıyla, evinin metrekaresiyle ölçülmeye başlıyorsa toplum yalnızca fakirleşmez; ruhen çöker.
Türkiye bugün en çok iç yoksulluğu yaşıyor. Ruhlar vitrin ışıklarında soluyor. İçimizde paranın dolduramadığı büyük bir boşluk var; bu boşluk ne krediyle kapanıyor ne de taksitle...
İşte bu yüzden sorulması gereken tek soru var: Cebimizi mi dolduracağız, içimizi mi? Bu sorunun cevabı, yol bitmeden bize yön gösterecek. İbretlik mısralarla bitirelim:
Koştur yağız atlı süvari, atını koştur;
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.