Farazi bir senaryo kuralım. Ve varsayalım ki altı üstü zengin ve fakat bu zenginliğinin farkında olmayan bir köyde geçiyor konu. Köyün mal varlığına çökecek bir grup var ve bu grubun akıl hocası ile aralarında geçen bir konuşma olsun tiyatromuz.
Önce dışarıdan gözlemleniyor bölge. Dağları zeytinlikten, ovaları incirden geçilmiyor. Tam da tarihte o Yunan komutanın dediği gibi dağlarından yağ, ovalarından bal akıyor.
Bir de halkı gözlemliyorlar elbette. Bakıyorlar ki teknik ve teknolojik bir gelişimleri yok ama çok çalışkanlar. Gece gündüz demiyor, atadan dededen gördükleri yöntemlerle tarlalarını işliyor, bahçelerini yapıyor kendi kendilerine yetiyorlar.
Kötü niyetli grubun akıl hocası diyor ki;
“Halk çalışkan. Önce onları tembelliğe alıştırmamız lazım.”
“Olur mu?” diyor grup vekili. “Bu halkın dini İslam. Ve Peygamberleri bugünü düne eşit geçen zarardadır, diyor.”
“Aynı din Müslüman kardeşine yardım etmeyi de övüyor. Giyeriz şeyh donlarımızı, besmele ile dağıtırız yardımlarımızı.”
“Ne diyosun?”
“Bak!” diyor kulağına eğilip. “Bu insanlar çok emek veriyor fakat çok az kazandıkları için sadece karın tokluğuna yaşıyorlar.”
“Yani?”
“Sadece karınlarını doyuracak yardımlar yapsak, öncelikle çalışmayı bırakırlar. Ve yapılacak yardımları da yine bunların vergilerinden sağlamak mümkündür.”
Tabii ki yardımlar başlıyor ve bizim çalışkan köy halkı gel zaman git zaman bahçesindeki meyveleri toplamaya bile erinir hale geliyor. Bir iki çalışkan insan tarlasında yevmiye ile çalıştıracak insan bulamıyor. Herkes verilen üç kuruşluk yardımlarla yan gel yat Osman havasına bürünüyor. Gürül gürül akan sularını zapt ediyor kötücül grup, Osman’ın umurunda değil.
Bilmiyorlar ki işlemeyen demir paslanır. Ama sadece bedenleri değil, zaman içinde ruhları da paslanmaya başlıyor ve bunu fark eden kötücül niyetli grubun akıl hocası;
“Tam zamanıdır,” diyor.
“Neyin tam zamanı?”
“Topraklarını satın almanın tabii ki.”
Yardımlarla karnını doyurmaya alışık bizim uyuşuklar para kokusunu alınca sattığı toprağın vatan toprağı olduğun zerre düşünmeden tokalaşıyor art niyetlilerle…
Ertesi gün giriyor köye grayderler, kazmalı kürekli neferleriyle.
Bizimkiler mıdıllanmış gibi kıpırdanıyor. “Ne oluyor la?” şaşkınlığı.
Ama geçmiş olsun artık…
Deliriyorlar koca koca zeytin ağaçları alnından vurulmuş delikanlı gibi yere serilirken… Ama geçmiş olsun artık…
Sonra kutsal kitaplarından bir ayet takılıyor dillerine… “Andolsun Tin’e ve Zeytine…”
Ki geçmiş olsun…