Sahi nasıl hissediyorsunuz?
Toplu iğne ile delinip içindeki sıvısı akıtılmış yumurta kabuğu gibi mi mesela?
Dalından düştükten sonra, hangi rüzgar önüne katarsa katsın umursamayan sonbahar yaprağı gibi mi?
Ya da şu zalim kralın ülkesinde, üçüncü vergiyi de yedikten sonra aklını oynatıp sokaklarda çalgılar eşliğinde dans eden halkın bir parçası gibi mi?
Ne yana baksan haksızlık, hangi yöne dönsen ahlaksızlık ve kime derdini anlatsan umarsız mı?
Ve bunca pisliğin içinde cebelleşmekten yorulup, “Adaaam sen de,” diyecek noktaya gelmişlikte mi?
İşte psikoloji ile ilgilenenler bu duruma da bir sendrom adı yakıştırmaya karar vermişler ve düşünmüş taşınmış en sonunda Türk-Kütük Sendromu demişler.
Anlamı, duyarlık yitimi. Eskiden canını yakan olaylara karşı umarsız, çok sevinilecek durumlarda bile ‘Aman beee’ hissi, ölüye de diriye de aynı tepkisizlik hali. Sevdiğin aktivitelerden artık haz almıyor, kendini boş bir kabuk gibi hissediyorsan Türk-Kütük olmuşsun demek. Bir çeşit uyuşukluk hali.
Ve aslında bu durum ruhun kendini koruma altına alma haliymiş. Yani artık acı çekecek, kriz geçirecek, şaşıracak, strese girecek hali kalmayan canın, şalterlerin hepsini indirme şekli. Madem iyi giden hiçbir şey kalmadı; madem sokak ortasında kadın cinayetleri olağanlaştı, madem eğitimden ve gelecekten umut tamamen bitti, madem ülkenin zenginlikleri namerde peşkeş, madem hukuksuzluk adaletin yeni tanımı oldu, madem masumlar hapiste, suçlular dışarıda öyleyse kapatıyorum duyar penceremi demekmiş.
Bilim insanları kurtuluşun reçetesini de veriyorlar, sağ olsunlar.
Nasıl mı?
En başa dönerek. Bastığın toprağı hissederek başlayacakmışız. Yediğimiz yemeğin tadını duymaya çalışarak, içtiğimiz sudan zevk alarak, soluduğumuz havanın farkına vararak. Yeniden iyileşme ve en azından kendi bireysel varlığımızı kutlayarak çıkabilirmişiz bu sendromdan.
Vallahi benim hiç iyileşecek halim yok. Ama siz deneyin derim…