Son günlerde havalar kavurucu derecede sıcak. Ailece klimaya pek yüz vermeyiz. Sağlığa zararlı olduğuna inanırız. Hatta kolay kolay vantilatör bile çalışmaz bizde. Alışığız sıcağa — ne de olsa, Mekke’de hac sırasında 53 dereceyi görmüş insanlarız. Zaten seradan da şerbetliyiz!
Alnımızdan ter damlarken sabrımızla serinlemeyi öğrenmişiz.
Bugünlerde televizyonda her akşam aynı cümleler dönüp duruyor: “Bu hafta Eyyam-ı Bahur sıcakları başlıyor, dikkat!”...
Kimi “öldük, bittik” diye dert yanar, bense gülüp geçerim. Bilirim ki insan, çoğu zaman önce beyninde pes eder. Oysa ben, tarlada çalışırken sıcağı bile unuturum. Çünkü emek, güneşi unutturur insana.
Ceviz bahçemiz var. Zamanımın çoğunu orada geçiririm. Toprağın kokusu, dalların hışırtısı, doğanın sabrı... Hepsi birer ders gibi. Ot yoluyorum, sulama yapıyorum, gübre ve ilaç veriyorum.
Geçen gün, elimde çapa, birden aklıma düştü:
O çocuk yaşta kazandığım ilk para... O günü unutmak mümkün mü?
Henüz on ya da on bir yaşlarındaydım. Bazı arkadaşlarım yanımdan geçerken ceplerini şakırdatıyor, “Bak!” diyorlardı, “Para kazandık, para!”
Merakla sordum:
“Nasıl yani?”
Biri, biraz da gururla, “Filanca adamın yanında amelelik yapıyoruz. Anason, pancar çapası... Günlüğümüz beş lira!” dedi.
İçimde bir kıvılcım çaktı. Ben neden çalışmayayım ki? Eksik miydim onlardan? Hemen akrabamız olan bir ablaya sordum:
“Ben de gelebilir miyim sizinle?”
Gülümsedi. “Olur ama sana tam yevmiye vermezler, yarım alırsın,” dedi.
Olsun. Üç lira verseler de, benim için büyük paraydı. O zamanlar sinemaya gitmek sadece elli kuruştu; iki yumurta parasıydı belki, ama o para cebine girmeyince, dünya kadar kıymetliydi.
Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla, traktör römorkunun üstünde buldum kendimi. Tarlaya vardığımızda hava hâlâ serindi, ama öğleye doğru güneşin kavurucu nefesi yavaş yavaş omuzlarımızda hissedilmeye başladı.
Her birimiz bir sıra (eynel) tutturup çapaya koyulduk. İşimiz, anasonların arasındaki yabani otları temizlemekti.
Ben ilk günümde elimden gelenin fazlasını yapmaya kararlıydım. Gözüm “dayıbaşı”ndaydı. Fark edilmek, onaylanmak istiyordum.
Saatler geçti. Sıcak bastırdı. Ellerim, nasır tutmamış tenin acemiliğiyle ufak ufak kanasa da ben çakır dikenlere çıplak elle daldım. Dedim ya göze girmekti derdim.
Ama yılmadım. Çocuk bedenimden taşan azimle, o gün durmadan çalıştım.
Akşamüstü sıra yevmiye kuyruğuna geldi. Herkes cebine on lira koyarken, sıra bana geldiğinde dayıbaşı gözlerime baktı, gülümsedi:
“Bu ufaklık daha küçük, ona beş lira vermemiz lazım ama... Benden altı buçuk lira çalışır. Helal olsun, iyi iş çıkardı bugün,” dedi.
Elime tutuşturulan o altı buçuk lira...
Bir servetti adeta benim için. Ama sadece para değildi kıymetli olan. O gün alnımın teriyle, emeğimle kazandığım özgüvendi.
Yıllar sonra şu sözü duyduğumda, o gün ne kadar doğru yaptığımı daha iyi anlayacaktım :
“Hayatta başarmak istiyorsanız, sizden beklenenden daha fazlasını vermelisiniz.”
Ben de sanki o gün, küçücük ellerimle, bilmeden bunu yapmak istemiştim