Ben hüznün renklerini düşünürken kar taneleri düşmeye başladı cama. Kar; beyaz bir sevinçtir, bizim gibi nadiren kar gören coğrafyalarda. Hızla balkona çıktım, avuçlarıma aldım doğanın kristal mucizelerini. Vücut sıcaklığına dayanamadılar tabii, kayboluverdiler dokunur dokunmaz.
Derken geldikleri yere doğruldu bakışlarım. Öylesine renksiz bir yerden düşüyorlardı ki inanmaz insan. Kısa sürdü çocuksu sevinç. Kesiliverdi beyazın kökü. Renksiz gökyüzü griye döndü.
Sevemedim bu rengi…
Griye dönen sadece gökyüzü olsa geçer, bu da geçer, dersin. Ama ya grinin arkası kara, öfkeli, nefret dolu bulutlarsa? Ve o katran karası nefret, kan kırmızısı öfke; yıldırımlar yağdıran, başını çıkaranı vurup geçen taş gibi sert doluyla karışık acımasız fırtınaya gebeyse?...
Şu nazlı badem çiçekleri, şu memlekete inancını hiç yitirmeyen erik ağaçları, şu başlarını özgürce kaldıran genç fideler göklerin tanrısının gazabı altında yaşamlarını yitirirlerse…
Ilık ılık yağacak, yağarken yeryüzünde umutla ekilmiş tüm tohumların hayat bulmasına, karnında kırk kere kırk yıl taşıyan çiftçinin yüzünün gülmesine sebep olacak neşeli yağmurlar yerine kapkara kîni kendinden menkul ayaz soğuklara kalırsak…
Kaldık da…
Gökyüzü gri… Umutlar ölüm döşeğinde…
“Umut en büyük kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır,” demiyor muydu Nietzsche… İyisi mi ölsün yosun yeşili bakışları olan umut. Ölsün ki içimizde beklentinin kelebek kanatlı uçuşuna son verelim.
Sevemedim şu griyi…