- ÖZBEKİSTAN’A DAİR
Özbekistan’a adım attığınız anda sizi ilk karşılayan şey şehirlerin tarihi dokusu oluyor. Her taşında, her kubbesinde, her çinisinde geçmişin izleri saklı. Bu topraklar yalnızca Orta Asya’nın değil, Türk dünyasının da kalbi.
Hive, Buhara, Semerkand, Taşkent… Her biri adeta bir açık hava müzesi. Medreseleri, camileri, türbeleri, kervansaraylarıyla geçmişin ihtişamını bugüne taşıyorlar. Özellikle Hive Kalesi’nin içinde yürürken kendinizi birkaç yüzyıl öncesine gitmiş gibi hissediyorsunuz. Hele pehlivan Mahmut türbesindeki çini işlemeleri başlı başına bir sanat eseri. Renklerin ve desenlerin uyumu, bu toprakların ruhunu yansıtıyor.
Gezimiz boyunca dikkatimi en çok çeken şeylerden biri, Özbek halkının Türkiye’ye duyduğu sevgi oldu. Türkiye’den gelen misafirlere gösterilen sıcaklık insanı duygulandırıyor. Her sohbette “biz kardeşiz” sözünü duymak mümkün. Gerçekten de öyle; aynı kökten, aynı gönülden gelen iki kardeşin buluşması gibi.
Sohbet ettiğimiz gençler, Türkiye’yi genellikle dizilerden tanıdıklarını, Türkçeyi bu sayede öğrendiklerini söylüyor. Gözlerinde Türkiye’ye duydukları sevgiyi görmek mümkün. İnsanların güler yüzü, samimi davranışları sizi hemen etkiliyor. Türkiye’den gelenlere karşı özel bir yakınlık hissediyorlar; sanki yıllardır görüşmemiş ama kalpten bağlı dostlar yeniden bir araya gelmiş gibi. Taşkent’teki ÇARŞI PAZARI’nı görünce, kendi şehirlerimizdeki semt pazarlarını hatırlıyorsunuz.
Akşamüstü Hive sokaklarında oynayan çocukları izlerken bir anda kendi çocukluğuma döndüm. Daracık sokaklarda yankılanan kahkahalar, taş duvarlara çarpan o tanıdık ses…
“On sekiz, on dokuz, yirmi! Sağım, solum, sobi!”
Bir an için kendi mahallemde, çocukluğumun yaz akşamlarındaydım. Zaman durmuştu sanki; yalnızca oyun oynayan çocukların saf mutluluğu vardı.
Özbekistan, tarihiyle ve insanıyla büyüleyen bir ülke. Her köşesinde geçmişle bugün iç içe geçmiş. Tanıdıkça anlıyorsunuz ki biz, aynı hikâyenin kahramanlarıyız.
10. yüzyıldan itibaren İslam’a hizmet eden büyük âlimler, düşünürler, mutasavvıflar bu topraklarda yetişmiş. Hoca Ahmet Yesevî, Emir Timur, İmam Mâturîdî, Şah-ı Nakşibend, Buhârî, Tirmizî, El-Birunî, İbn Sînâ… Her biri Türk kültürüne ve İslam medeniyetine yön veren Horasanlı isimler. HORASAN, Türklüğün merkezi.
Ali Şir Nevai de Türkçeye olan sevgisiyle gönüllerde iz bırakmış bir şair ve devlet adamı.
Türkistan, Hoca Ahmet Yesevî’nin manevi atmosferiyle dolu. Onun hikmet dolu öğretileri, bu toprakların ruhunu asırlardır diri tutmuş. Emir Timur ise yalnızca büyük bir hükümdar değil, aynı zamanda sanatın ve mimarinin hamisi. Onun döneminde Semerkand ve Buhara, dünyanın en önemli şehirlerinden olmuş. Bugün Özbekistan’ın mimarisi hâlâ Timur devrinin zarafetini taşıyor. Mavi çinili kubbeler, tarih kokan çarşılar o dönemin ruhunu yaşatıyor.
Özbekistan bayrağındaki hilal İslam’ı, on iki yıldız ise ülkenin on iki vilayetini simgeliyor. Semerkand, Buhara, Urgenç, Hive, Taşkent ve daha pek çok şehir UNESCO koruması altında. Özbek çinileri sadece tarihi eserlerde değil, günümüz süsleme sanatında da kendine yer bulmuş.
Özbekistan’ı gezmek, bir tarih yolculuğuna çıkmak gibi. Aylarca gezseniz bitmez; biz çok yer gördük ama görmek istediğimiz daha nice yer kaldı. Hepsini bu sayfalara sığdırmak mümkün değildi.
Yine de bu satırların, Özbekistan’a ve Türkistan’a dair bir fikir verdiğini düşünüyorum.
Horasan ellerinden Balkanlara uzanan coğrafyada Türklüğü ve islamı yerleştiren, yaşatan Horasanlı gönül erlerine selam olsun.
ATAYURT’TA SON GÜNÜMÜZ; DÖNÜŞ!
28 Eylül Pazar sabahı Türkistan’dan otobüsümüze bindiğimizde saat tam 09.00’du. Yol boyunca pencereden bakarken o geniş bozkırları izledik. Kazakistan sınırını geçip Taşkent’e vardığımızda saat 14.00 olmuştu. Semerkant’a hareket edeceğimiz akşam 20.00’ye kadar daha çok zamanımız vardı.
Rehberimiz gülümseyerek, “Taşkent’te daha görülecek çok yer var.” dedi.
İlk durağımız Taşkent metrosuydu. 1977’de yapımına başlanmış bu metro sanki bir müzeyi andırıyordu. Her istasyon birer sanat eseri gibiydi: rengârenk mozaikler, mermer işlemeler, zarif süslemeler… Bu metro, geçmişin zor zamanlarında Taşkent halkına sığınak olmuş.
Astronotlar İstasyonu’ndan trene binip iki durak sonra Alişir Nevai İstasyonu’nda indik. Kısa ama keyifli bir yolculuktu. Metro vagonunun içi ışıl ışıldı. Orada tanıştığımız yedi yaşlarındaki Mustafa, annesiyle birlikte yolculuk ediyordu. Meraklı bakışları, içten gülüşü ile hayalleri ilgimizi çekti. Sohbet ederken bize mühendis olma hayalini anlattı. Onun saf heyecanı ile umut dolu merakı, Taşkent’te unutulmaz hatıralarımızdan biri oldu.
Metrodan sonra Mecik Parkı, yani Alişir Nevai Ulusal Parkı’na doğru yürüdük. Parkın 65 hektarlık alanıyla bu park, şehrin en önemli nefes alma noktalarından biri.
Parkta dolaşırken bir grup öğrenciyle karşılaştık. Kendimizi tanıttık. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince bir anda Türkçe şarkılar söylemeye koyuldular. Önce Âşık Veysel’in “Uzun İnce Bir Yoldayım”, ardından “Kızılcıklar Oldu Mu?”, son olarak da “Ne Mutlu Türküm Diyene” şarkılarını hep birlikte söyledik. Sonra birbirimize sarılıp gülümseyerek veda ettik. Bu küçük karşılaşma, gezimizin en sıcak ve unutulmaz anılarından biri oldu. Başlarında öğretmenleriyle bu öğrenci grubu, Taşkent’te bir lisenin müzik bölümü öğrencileriymiş.
Saat 20.00’de otobüse binip 22.00’de Semerkant’ta akşam yemeği yiyeceğimiz restorana vardığımızda, masalarımız tandır ekmek ve rengârenk salatalarla donanmış haldeydi. Daha çorbalarımızı içerken müthiş bir folklor gösterisi başladı. O an yemek salonu adeta bir sahneye dönüşmüştü: renkli kostümler, dans eden figürler, heyecanlı müzikler… Gösteri, peşinden gelecek et şişleri yemeyi unutturacak kadar büyüleyiciydi. Yaklaşık yarım saat süren “aile” temasını işleyen bu gösteri, Özbeklerin kültürünü yansıtma becerilerini ortaya koyuyordu.
Gittiğimiz hemen her yerde bu tür folklor gösterileri çok ilgi çekiciydi.
29 Eylül saat 01.00’de Semerkant Havalimanı’na geldiğimizde geriye sadece uçağa binip memleketimize, evlerimize dönmek kalmıştı.
Artık Atayurt’tan Anayurt’a dönüyoruz.